Alman İslam Konferansı ile ilgili olarak kamuoyunda yürütülen magazinel tartışmalar domuz eti ikram edilmesine odaklanırken asıl meselelerin gözden kaçırıldığı görülüyor.
Öncelikle “Deutsche Islam Konferenz”in (DIK) doğru tercümesinin “Almanya İslam Konferansı” değil, “Alman İslam Konferansı” olması gerektiğini not etmeliyiz. Nitekim DIK yönetimi de kendi sitesindeki Türkçe takdimde bu tercümeyi kullanıyor. Alman İslam Konferansı tanımı da gelişigüzel seçilmiş bir tanım değil, bilinçli bir tercihtir ve projenin özünü ifade etmektedir. Açıkça ifade edildiği gibi, (irrasyonel bir biçimde) maksat Müslümanları evrensel İslam öğretisinden ve Müslüman göçmenlerin anavatanlarından ve gelenekleriyle olan bağlarından koparıp kısa ve orta vadede farklı formatlara yerleştirmektir. Başta İçişleri Bakanı ve müsteşarının da farklı ortamlarda açıkça ifade ettiği bu hedefin gerçekleşmesi için hazırlanan ve Almanya anayasasının özüne de aykırı olan bu projede, Almanya İçişleri Bakanlığı’nın neyi amaçladığından daha ziyade, İslami cemaatlerin kendilerini nasıl konumlandırdıkları ve ev ödevleriyle ilgili ne durumda oldukları üzerinde durmamız daha sağlıklı olacaktır.
DIK stratejisinin altında yatan mantıkta hiçbir şekilde açık diyalog platformu yer almamakta, oluşumun aksine tek taraflı şekilde, belirli bir amaç için kurulduğu belli olmaktadır. Bu mantıkla, öncelikle Müslümanların kalıcı varlığıyla beliren zorunluluklara kapı aralanmakta, fakat demokratik çoğulcu toplum düzeni bağlamında ölçülü bir yolu takip etmek yerine, ideolojik varsayımlara dayanan vehimlerle hareket edilmektedir. Bunu maskelemek için ise sorunları başkasına isnat etme yolu tercih edilmektedir. Bu sebepten dolayı söz konusu mantık, kendisine has olan hegemonik söylem vasfını göz ardı edemez. Üretilmiş imgeler ve hiyerarşiler bölmeyi ve asimileyi amaçlamakta, Müslümanları “öteki” olarak tanımlamakta, eksikliklerinin altını çizmekte ve onları değişim ve aynılaşma karşılığında kabul etmeyi bir lütuf olarak vaat etmektedir. Örnek alınması gereken imge, bu anlayışın kendi tasavvuruna uygun gördüğü imgedir. Bu şekilde kendilik “öteki” üzerinden güçlendirilmektedir.
Siyasal kurgunun neden olduğu sonuçlardan biri de İslam’ın tehdit algılanmasıdır. Bu tip sonuçlara engel olmak yerine, meselelerin olumsuz yönde işlenmesi ve korkuların alevlendirilmesiyle olumsuz neticeler daha da artırılmaktadır. Bu yöntemle, çoğunluk toplumunda İslam’ın genişlemesinin Hristiyanlığa ve ülkenin Hristiyan etkisine karşı olduğu hissi gelişmektedir.
Parti siyaseti olarak DIK bir Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin bir projesidir. Bu sebepten dolayı DIK’i partinin stratejik hesapları için kullanmak mümkün olmaktadır. Devlet tarafından ifade edilemeyecek pozisyonları temsil eden İslam karşıtı eleştirmenlerin yer almasıyla, ırkçılık suçlamasına muhatap olmadan, İslam düşmanı çevreler “CDU’nun sağında” bir partinin oluşumuna engel olma bahanesiyle yatıştırılmaktadırlar. Böylelikle Müslümanlar parti politikası ve stratejik hesaplar uğruna kullanılmaktadır. Bu durum bile, “toplumsal kutuplaşmayı engelliyor ve toplumsal bütünlüğü koruyoruz” şeklinde sunulabilmektedir.
Müslümanlar katılımlarıyla Alman İslam Konferansı’nun söylemini meşrulaştırmaktadır. Katılmadıklarında DIK’in meşruiyeti ortadan kalkabileceği gibi, asıl görüşülmesi gereken konuların masaya yatırılmasının zemini de oluşacaktır. Bu sebepten dolayı, Federal İçişleri Bakanlığı için öz tanımları bile ciddiye alınmayan “İslamî kuruluşların” (ki Alman dini cemaatler hukukuna göre doğru tanım “İslamî cemaatler” [Islamische Religionsgemeinschaften] olmalıdır) Konferans’a katılımları hayatidir. Kendi tanımları olan “İslamî cemaat” nitelemesinin dahi Almanya İçişleri Bakanlığı tarafından dikkate alınmaması, onlara nasıl bir değer biçildiğini göstermektedir. Fakat maalesef birçok kurum ve kişi, kendisini özne olarak görmekten uzak olduğu gibi, Konferans’a katılımı dahi adeta sunulan bir lütuf olarak görmektedir. Netice itibarıyla “İslami kuruluşlar” Konferans‘a katılımlarıyla projeyi ve proje çerçevesinde Müslümanlar üzerinde yürütülen hegemonik söylemleri meşrulaştırmaktadırlar. Bu şekilde Müslümanlar, kendilerinin sorun haline getirilmesini onaylamakta ve Müslümanlara yönelik üstünlük tartışmasında pay sahibi olmaktadırlar.
Sonuç olarak, DIK ancak post-kültüralist ve çoğulcu toplum düzeni temelinde yeniden tasarlanarak ve özgürlükçü bir şekilde belirlendiği takdirde yapıcı bir proje işlevini görebilir. Bu yeni anlayışın temelinde, çoğulcu toplumun zorunluklarına uygun olan ve aşağıdaki maddelerde ifadesini bulan bir tanıma siyaseti yer almalıdır:
Farklı dinlerin ve yaşam tarzlarının eşit haklara sahip varlığı, toplumsal birliktelik için tehlike olarak görülmemelidir. Zira bu birliktelik aslında çeşitliliğin özgürlüğüyle güçlenir. Entegrasyon “aynılaşma” anlamına gelmemelidir. Özgürlükçü toplumda eşit haklara sahip olma “aynı” olma üzerinden değil, öteki ve ötekinin “başkalığı” üzerinden gelişir.
Entegrasyon iş piyasası, eğitim sistemi, medya ve siyasal organlar gibi tüm toplumsal kurumlara eşit haklara sahip şekilde katılımla doğrudan ilgilidir. Bu sebeple Müslümanların var olan hakları uygulanmalıdır.
Devlet gönüllü asimilasyon için çerçeveyi belirleyebilir, fakat alternatifleri de mümkün kılmalıdır. Asimilasyonu siyasal yöntemlerle zorunlu hale getiremez.
Devlet kiliselere karşı kamuoyu oluşturamayacağı gibi, aynı saygıyla Müslümanlara da yaklaşmalı ve Müslüman cemaatlere karşı kamuoyu oluşumunu teşvik etmemelidir. Müzakereler sivil topluma bırakılmalıdır.
Ayrımcılıkla mücadele edilmelidir: Irkçılık ve insan düşmanlığının her türlüsü üzerinde nasıl duruluyorsa, İslam düşmanlığı da aynı şekilde ele alınmalıdır.
Ayrımcı kıyafet düzenlemelerinin özgürlükçü toplum düzeninde yeri yoktur ve yürürlükten kaldırılmalıdır.
[Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu 1987 yılından bu yana yurt dışındaki sivil toplum çalışmalarına aktif olarak katılmaktadır]